200.000 yıllık insan tarihinde elbette sayısız önemli olay yaşandı. Tarih kavramını ise neden-sonuç ilişkisine dayandırmadan irdelemek olanaksız. Çünkü tarihte yaşanan her olay mutlaka başka bir olayın nedeni olup, geleceğe yön vermektedir. Bu yazımda sizlere mazimizde yaşanmış bazı olaylardan bahsedip, bu olayların insanlık tarihinin akışına etkilerinden söz edeceğim.
Yıl 1962, ABD-Sovyetler Birliği arasındaki füze krizi sırasında Küba’ya destek için bölgede bulunan Sovyet denizaltısının dünya ve tabiki merkez karargah ile haberleşmesinin kesildiği bir sırada, kendilerine düşman kuvvetlerinden saldırı olduğu işaretleri alırlar (Aslında böyle bir şey yoktur.) Denizaltı komutası, yetkileri dahilinde olan füzeleri ateşleme kararı alır. Ancak son kararı veren siyasi subay olan Vasili Arkhipov son anda onay vermekten vazgeçer ve ana karargah ile temas sağlamak konusunda irade koyar. Eğer Arkhipov gözü dönmüş bir şekilde ABD kuvvetlerine saldırı emrinde bulunsaydı, belki de o yıllarda gerçekleşebilecek bir dünya savaşından bahsedilebilirdi. 60’lardaki bir dünya savaşının ise günümüze ekonomik,teknolojik,sosyal ve bir çok şekilde etkileri olabileceğini tahmin etmek de hiç zor olmasa gerek. Yıllar sonra ortaya çıkan bu kan dondurucu gerçek, sonraları çekilen bir çok denizaltı konulu filmin de vazgeçilmez sahnesi olmuş durumda.
Vakti zamanında insanlar mağara duvarlarına, kaya ve taşlara yaşadıkları olayları anlatan resimler yaptılar. Zamanla bu resimlerin gelişmesiyle ideografik yazı şekli ortaya çıktı. Olaylar yine resimlerle belirtiliyor ancak resimler, kendisini değil de anlamını tanımlıyordu. Örneğin bir kuş resmi kuştan ziyade “uçmak” eylemini anlatmak için kullanılıyordu. Bulunan yazıyı ise Mısır, Hitit, Pers ve Çin gibi uygarlıklar geliştirdi ve tarihsel dönemlerlerde gelişen yazı günümüzdeki haline büründü. Tarih çağları yazının bulunmasıyla başladı ve yüzyıllardır yaşadığımız şeyleri bu yazı dediğimiz sembollerle kayıt altında tuttuk. Yazı öncesi dönem hakkında ise bildiklerimizin çok sınırlı olduğunu düşünürsek, yazı insanlık tarihinin en önemli buluşlarından olup belki de en önemlisidir.
Stalingrad, SSCB… Alman diktatör Hitler, kafkas petrolleri adına önemli bir transit bölgesi olan don-volga nehirlerini tutan müstahkem bir mevziide yer aldığı için, kimilerine göre ise “Tanrı bir komünistin yanında yer alacak kadar aptal değildir.” diyecek kadar nefret ettiği Josef Stalin’in adını taşıdığı için bu bölgeyi işgal etmişti. Bana göre 2.Dünya Savaşı’nın en önemli 5 ayı da burada geçti. Berlin’den 2600 km uzaklıkta gerçekleşen ve bana kalırsa zaten başlamadan Almanların ne kadar güçlü olursa olsun SSCB karşısında kaybedeceği bir savaştı. Nitekim öyle de oldu, Almanların 6. Ordusu teslim oldular. Savaşta 2.5 milyon insan ise hayatını Hitler’in hayalperest düşünceleri sonucu kaybettiler. Ama eğer Hitler Stalingrad’ı alsaydı hem psikolojik olarak bütün dünyaya ağır bir darbe vurmuş hem de ve daha da önemlisi bütün kafkasya petrol yataklarına hakim olup muazzam kaynaklara erişirdi. Bugün ise Avrupa haritasına baktığımızda göreceğimiz tablo ise eminim ki şuan gördüğümüzden çok daha farklı olacaktı.
Thomas Midgley, tetraetil kurşun ve cfc’nin mucidi olan bir bilim insanı. Tetraetil kurşun, nörotoksin özelliğine sahip bir madde. Bu madde, fazla maruz kalındığında canlıların merkezi sinir sisteminde onarılamayacak düzeyde tahribat oluşturuyor. Yine bunun dışında yoğun miktarlarda alınan kurşun körlük, işitme ve böbrek yetersizliği, uykusuzluk gibi durumlara sebep oluyor. Thomas Midgley, kurşunun tüm bu yan etkilerini bilmesine rağmen, çalıştığı şirket olan General Motors’da yaptığı deneylerde Tetraetil kurşunun arabaların sarsılma sorununu büyük ölçüde azalttığını fark etmişti. Bunun için tetra etil kurşunu benzine eklemeye başladı ve devamında kurşun üreten bir şirket olan Oil Of New Jersey’i kurdu. Açtığı yüzlerce fabrikasında 60’dan fazla işçi kurşun zehirlenmesinden öldü. Bir o kadarı da felç kaldı. Buna rağmen üretime devam etti. Sonuç olarak bu fabrikalarda üretilen tetra etil kurşunla tüm dünyanın zehirlenmesini sağladı. Kanser vakaları ve organ yetmezlikleri tüm dünyadaki araba egzozlarından çıkan dumanla resmen katlandı. Bir diğer buluşu cfc gazı ise buzdolaplarında, parfüm ve deodorantlarda kullanıldı. 1973 yılında yasaklanana kadar sadece bu maddeden ozon tabakasının %20’sinin yok olduğu anlaşıldı. CFC’nin insanlar üzerindeki bir diğer etkisi de bu maddenin ciğerlerimize yapışarak astım, bronşit, koah gibi hastalıların artmasına neden olmasıdır. Şu anda dünya üzerinde bulunan tüm insanlarda bu gazın olmadığı tek bir akciğer bile yoktur. Bu gazı dünya atmosferinden temizlemek ise neredeyse imkansızdır. Gelecek 100 bin yıl boyunca doğacak olan tüm insanların da ciğerlerinde bu madde bulunmaya devam edecektir. Zehirli kimyasallara uzun süre maruz kalması nedeniyle 1940 yılında felç olan Thomas, kendini yataktan kaldıracak bir düzenek icat etti ancak binlerce insanın lanetini üzerinde toplayan bu adamın ölümü 1955 yılında bu yatağın kablolarına dolanarak boğularak ölmesi sonucunda oldu. İçinizden lanet okuduğunuzu duyar gibiyim.
“Ben Abraham Lincoln. Siyasetim, yaşlı bir kadının dansı gibi kısa ve basittir.” Politikasını senatoya böyle anlatıyordu ABD eski başkanı. 26 yaşında karısını kaybetmiş ve 27 yaşında ruhsal bunalıma girmişti. 34 ve 36 yaşlarında iki sene arayla kongre seçimlerini kaybetti. 45 yaşında senato seçimini, 47 yaşında başkan yardımcısı seçimini, 49 yaşında ise tekrar senato seçimlerini kaybetti. Sürekli kaybetti,kaybetti ve yine kaybetti… Ama bu adamda Sezai Karakoç’un dediği gibi yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardı. 52 yaşında ABD başkanı seçilen Lincoln, savaş karşıtı ve insan haklarını savunan konuşmalarıyla insanların gönlünde yer etti. Tarihe, ‘ABD’de köleliği bitiren adam’ olarak geçen Lincoln, 1865’te kafasını delip geçen bir kurşunla hayata gözlerini yumarken, ABD tarihinde suikastten ölen ilk başkan olarak da hafızalarda yer etti. Yalnızca 4 sene başkanlık yapabilen isim eğer suikaste kurban gitmeseydi, tahminime göre köleliği kaldırdıktan sonra başlayan ve şuan ABD’de halen devam eden ırkçılık gibi olaylarında da önüne geçmiş olacaktı.
Avrupadaki veba salgınını hepiniz duymuşsunuzdur, duymadıysanız da bir kaç yazı önce ondan bahsetmiştim salgın hastalıklar konusunda. Youtuberler gibi şuradan bakabilirsiniz diyemiyorum ne yazık ki. Neyse konumuza dönersek bu salgın o kadar çok can almıştır ki toplumdaki zengin fakir dengesini degiştirmiş, ölenlerin mallarına konarak zenginleşen fakirler ile hayatta kalmayi başaran ama artik işlerini yapacak yoksul insan bulamayan zenginlerin aralarinda çatışmalara sebep olmustur. Ayrıca bu salgını önlemede kilisenin telkinlerinin ve tanrıya sığınılırsa kimseye bir şey olmayacağının palavra çıkması ve buna rağmen binlerce kişinin ölmesi, dine olan inancı zayıflatmıştır. Bu zayıflama ile doktorların bilimsel zeminde yapılan gerçekçi tedavileri daha çok ön plana çıkmış ve bilime olan destek ve güven artmıştır. Ekonomik ve bilimsel anlamda bir uyanış yaşayan Avrupa’nın sanata yönelmesi ve değer vermesi de bu sosyal statünün yükselmesine sebep olduğu gibi, rönesans’ı başlatacak sürecin ilk tohumları da bu salgın sonrası uyanış ile atılmıştır.
Kimilerine göre ABD’nin soğuk savaş döneminde dünyanın süper gücü olabilmek için uydurduğu bir senaryo, kimilerine göreyse tarihin en büyük olaylarından bir tanesi… 20 Temmuz 1969 günü saat 20:18’de astronotlar Neil Armstrong ve Buzz Aldrin ay yüzeyine iniş yapan ilk insanlar oldular. İnişten 6 saat sonra Armstrong ay yüzeyine ilk adımı da atarak bu konuda da bir ilki gerçekleştirdi. Ay’a ilk adımını atan Armstrong “Bir insan için küçük, insanlık için büyük bir adım” diyordu. Oldukça da haklı olduğu bir gerçek. Zira Apollo 11 projesinden sonra 5 kere daha Ay’a insanlı yolculuk yapılmıştır ancak 1972 tarihli Apollo 17’nin Ay’a yapılan son yolculuk olması da merak konusu olmuştur. Dünyamızın bir gün yükümüzü kaldıramayacağı bir gerçek, peki sizce insanlık dünya dışı bir toprak parçasında yaşam için öncü çalışmalardan biri olan Apollo 11 gibi bu konularda yeni gelişmeler yaşayıp kendi yeni gezegenini bulabilecek mi?
“Muharebe meydanında cereyan eden hali temaşa ederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimde bulunan saati parça parça etti. Vücuduma nüfuz edemedi. Yalnız kalınca, derin bir kan lekesi bıraktı” diyor, Conkbayırı Cephesi’nde yaşadıklarını anlatırken Ulu Önder. Ağustos 1915’te yaşanan bu olayı bilmeyeniniz yoktur. Mustafa Kemal yanında bulunan Yaveri ve yakın arkadaşı Nuri Conker’e emirlerini verirken, bu sırada patlayan bir mermi parçası onun kalbinin üzerine isabet eder. Nuri Conker: “Eyvah vuruldunuz Paşam!” diye bağırınca, Mustafa Kemal hemen: “Öyle bir şey yok, aldığınız emri derhal yerine getiriniz!” der. Aslında Nuri Conker’in gördüğü doğrudur. Bir mermi parçası Atatürk’ün tam kalbinin üzerine çarpmış fakat büyük bir mucize eseri cebindeki saate rastlamıştır. Birkaç santim sola ya da sağa isabet etse Mustafa Kemal’in kurtulabilmesi mümkün olamayacaktı ve Atatürk’ün bir ulusun kurtuluşuna öncülük etmesi de olanaksız olacaktı. Bugün belki de bu toprakların üzerinde bizler değil, emperyalist güçler varlığını sürdürürken, bizler ise Atatürk’ün dediğinin aksine makus talihimize yenik düşecektik.
Sizlere tarihten bir kaç kesit sunmaya çalıştım ve burada noktalıyorum. Yazının giriş cümlesinde de belirttiğim gibi tarihte her şeyin bir neden-sonuç ilişkisi vardır ve bunu unutmamak gerekli. Bazen yalnızca bir köstekli saat bile bir milletin kaderini baştan aşağıya değiştirebilir. Esen kalmanız dileğiyle…