Barkod Nasıl Bulundu?

Barkod Nasıl Bulundu?

Barkod, büyük ihtimalle modern zamanların en yenilikçi buluşlarından biri olmuştur ve geçen yüzyılda perakende sektörünü diğer tüm endüstriyel olaylardan daha kapsamlı değiştirmiştir. 1932’de bir grup Harvard İşletme Okulu mezunu, katalog alışverişini basitleştirmek umuduyla bir proje başlattı. Projenin hedefinde, listelenen her bir ürünü tek tek tanımlamak için taranabilen bir delikli kart üreterek alışverişi basitleştirmek vardı. Bu yenilikçi fikir başlangıçta olumlu karşılandı ama ihtiyaç duyulan tarayıcılar pahalıydı. O zamanlar dünya daha önce görülmemiş düzeyde bir ekonomik durgunluk dönemindeydi, zira Büyük Buhran dünyanın dört bir yanındaki işletmelerin çökmesine neden oluyordu. Perakendeciler pahalı stok kontrol buluşlarına yatırım yapmaya hazır değillerdi. Tarama yöntemi sayesinde işçilik giderlerinin azalması bazılarına cazip gelse de ekibin projeyi gözden geçirip daha hesaplı hale getirmeye ihtiyacı vardı. Bazıları ise böyle modern envanter kontrolü yöntemlerinin depolardaki yaralanma vakalarını da azaltacağını söylüyordu. Yine de sonraki 16 yıl boyunca bu fikirle ilgilenen olmadı.

Barkoda Doğru

 

Philadephia’daki Drexel Teknoloji Enstitüsü’nün yeni mezunlarından Bernard Silver, 1948’de yerel bir gıda mağazaları zinciri olan Food Fair’in başkanı ile enstitünün dekanlarından biri arasında geçen, satış noktasında ürünleri otomatik olarak tanımlayacak bir sistem geliştirme hakkındaki sohbete kulak misafiri oldu. Silver vakit geçirmeden arkadaşı Norman Woodland’a duyduklarını anlattı ve iki arkadaş morötesi mürekkep üzerinde deneylere başladılar. Ne yazık ki testler başarısızlıkla sonuçlandı, zira farklı alanlarda kullanıma uygun olması bir yana, mürekkep gün ışığında bile soluyordu ve deneylerde kullanmak için çok pahalıydı. Öne sürdükleri teoriler reddedildi ama Woodland vazgeçmedi. Drexel’den ayrılıp babasının Florida’daki dairesine taşındı ve yeni tasarımlar üzerinde çalışmaya başladı.

Sonra bir gün “lisan” olarak Mors alfabesi üzerine kafa yorarken sahilde kuma elindeki bir odun parçasıyla ilk barkod sistemini çizmeye başladı. Woodland yaptığı şeyi şöyle anlatıyordu: “Yalnızca Mors alfabesindeki noktaları ve çizgileri aşağıya doğru uzattım ve onlardan dar çizgiler ve geniş çizgiler oluşturdum.” Sonra kağıdın arkasından görünen 500 wattlık bir ışık ampulü kullanarak oluşturduğu şekilleri bir “okuyucu”ya yansıttı. Çok geçmeden Woodland kodlama sistemini herhangi bir açıdan kolayca taranabilecek bir daire şeklinde düzenlemişti.

Sınıflandırma Aygıtı ve Yöntemi

 

20 Ekim 1949’da Silver ve Woodland icat ettikleri “Sınıflandırma Aygıtı ve Yöntemi” için patent başvurusu yaptılar. Bu başvuruda hem düz çizgi hem de dairesel baskı kalıplarını tarif ettiler ve her bir kodu okumak için ihtiyaç duyulan mekanik ve elektrikli donanımın özelliklerini özetlediler. Başvuruları 7 Ekim 1952’de onaylandı ve genç mucitler artık yola çıkmaya hazır olduklarını düşündüler. Ancak Woodland 1951’de çalışmaya başlamıştı ve patent verilir verilmez tasarımlarını şirketin patronlarına gösterdi. Tasarımlar tereddütsüz reddedildi ve Woodland sonraki 10 yılı yönetimin kararını değiştirmek için çabalayarak geçirdi. 1955’te ABD Ticaret Odası, gelecek 20 yılda hangi teknolojilerin geliştirileceğini tartışmak üzere bir toplantı yaptı. Toplantıdaki konulardan biri de stok kontrolünü ve satış noktası yöntemlerini geliştireceği düşünülen elektronik ödeme sistemiydi. IBM yine ikna olmadı.

IBM Barkodu İncelemeye Karar Veriyor

Nihayet 1961’de IBM yönetimi kararını değiştirdi ve projeyi incelemesi için bir komisyon oluşturdu. Komisyon yaptığı incelemede Woodland ve Silver’ın tasarımının hem kullanışlı hem de ilginç olduğu sonucuna vardı ama kodları güvenli bir şekilde çözecek bir teknoloji geliştirilmesi gerektiğini belirtti. Bu son olumsuzluğa rağmen IBM patenti satın almayı kabul etti ama bu kez Woodland elektronik devi Philco’nun da dikkatini çekmişti. Böylece Woodland, patenti IBM yerine 1962’de Philco’ya sattı.

Bu arada, Pensilvanya Demiryolu Şirketi’nde çalışan David Collins adlı bir üniversite mezunu da demiryolu vagonlarını otomatik olarak tanımlama ihtiyacı üzerinde düşünüyordu. 1959’da Sylvania Elektrikli Ürünler Şirketi’nde çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra KarTrak diye adlandırdığı, vagonların dış yüzeyine yapıştırılan kırmızı ve mavi reflektörler kullandığı bir sistem geliştirdi. Vagonların sahibi olan şirkete özel 10 haneli rakamlarla kodlanan reflektörler her bir vagonu ayrı ayrı tanımlıyordu. Her özel şerit grubunu yansıtan ışık daha sonra kırmızı ile maviyi ayırt edebilen bir ışıl çoğaltıcıya aktarılıyordu. Collins’in icadı 1961 ile 1967 yılları arasında Boston ve Maine Demiryolu Şirketi tarafından çakıl vagonlarında test edildi. Amerikan Demiryolları Birliği 10 Ekim 1967’de tüm demiryolu filolarında KarTrak tanımlama sistemini kurmaya başladı. Ne yazık ki 1970’lerde başka bir ekonomik durgunluk, sektör genelinde esaslara neden oldu. Bu durum tozun ve kirin neden olduğu güvenilmezlikle birleşince KarTrak kullanımı 1978’de terk edildi.

IBM’nin Barkodun Değerini Anlaması

 

Demiryolu deneyinin başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen New Jersey’deki bir ücretli köprü aylık geçiş kartı gösteren arabaları taramak için sistemi sipariş etti ve bundan kısa bir süre sonra ABD Posta Ofisi, depolarına giriş çıkış yapan kamyonları takip etmek için benzer bir tekniği uygulamaya başladı. Ardından ev hayvanı maması üreten Kal Kan, deposunun ve dağıtım tesislerinin takibini kolaylaştırmak için Sylvania’dan sistemin daha ucuz bir versiyonunu sipariş etti. Sonunda uyuyan dev IBM bu fikri tamamen benimsedi ve tüm ürünlere basılabilecek bir barkod sistemi geliştirilmesi için bir ekip görevlendirdi. 1973 yılına gelindiğinde şirket birçok bakkaliye imalatçısını ve perakendecisini tüm ürünleri tanımlayan yeni tarama yöntemini kullanmaya ikna etmişti. Geliştiriciler 1975 yılına kadar tüm tüketici ürünlerinin yüzde 75’inin etiketlenebileceğini öngörmüştü ama 2 yıl sonra yalnızca 200 perakende mağazası ödeme noktalarında tarayıcı aygıta sahipti.

Barkodun Yayılma Süreci

Evrensel bir tarama sistemi kurmak için tek yolun perakendecilerin çoğunluğunun tarayıcı kullanmasını sağlamak olduğu ortadaydı. Bu olmadığı sürece tedarikçiler barkod oluşturup paketlerin üzerine basmak konusunda isteksiz davranacaktı. Ortada perakendeciler ile tedarikçiler arasında bir ikilem vardı; taraflardan hiçbiri alınteriyle kazandıkları paraları diğerinden önce bu işe harcamak istemiyordu. Barkod yöntemi tüm ürünlere uygulanamayacaksa bir perakendecinin pahalı tarayıcılar almasının ne anlamı vardı? Öte yandan, perakendeciler okuyamayacak olduktan sonra tedarikçilerin barkod basmasının ne yararı olacaktı? Businessweek dergisi çok geçmeden tüm bu girişimi “başarısızlığa uğrayan süpermarket tarayıcısı” diye haber yaptı.

Bununla birlikte tarayıcı aygıtları kullanan perakendecilerin satışlarını ilk 6 hafta içinde yüzde 10-12 oranında artırdığı ve satışların bu yüksek düzeyleri koruduğu haberleri geliyordu. Çok geçmeden tedarikçilerden kurulan her bir tarayıcı sisteminden elde edilen yatırım geri dönüşünün yüzde kırkın üzerinde olduğu haberleri geldi. 1970’lerin sonlarında 8 binden fazla mağaza ödeme noktasında tarayıcı aygıt sistemine geçmişti. Ancak küresel anlamda bu yeterli değildi. Ayrıca en beklenmedik yerlerden muhalif ve memnuniyetsiz sesler yükseliyordu. Komplo teorisyenleri tarayıcı teknolojisinin tüketicileri gizlice takip ettiğini iddia ediyordu. Bazı Hristiyan gruplar her bir kodun içinde şeytanın rakamı olan 666’nın gizlice kullanıldığından şikayet ediyordu.

Kimi televizyon sunucuları barkodların “sıradan tüketiciyi hedef alan bir kumpas” olduğunu söyleyerek uyarıyordu. Neyse ki tüm bu anlamsız muhalefetin üstesinden gelindi. Barkod sistemi iyileştirilip güncelleştirildi ve tüm dünyaya yayıldı. Kısa bir süre sonra ilaçlar, uçak biletleri ve hasta bileklikleri de dahil olmak üzere akla gelen hemen her ürünün üzerine barkod basıldı.

Bernard Silver ve Norman Woodland’ın 1948’de doğan fikri, tüm engelleri ve zorlukları aşarak yarım yüzyıl sonra günlük yaşamlarımızın bir parçası haline geldi. Ve günümüzün kalabalık perakende mağazalarında hafta sonumuzun çoğunu kuyruklarda bekleyerek geçirmiyorsak bunu onlara borçluyuz.